13 Mart 2013 Çarşamba

Enerji Tıbbının Kökeni

Dünya genelinde, bir yaşam gücü veya enerjisinin varlığına dair düşünce insanlar tarafından benimsenmektedir. Eski zamanlardan beri geleneksel kültürler, özel bir enerjinin tüm yaşama can verdiğine inanmışlardır. Bu enerji chi, prana, ruh, orgon, mana, eter, odyle, élan vital, biyokozmik enerji ve birçok başka adla bilinir.


"Yaşam gücü" veya "prana" terimine erken Ayurvedik referanslar M.Ö. 8. yüzyıla kadar uzanır. Batı’da daha M.Ö. 6. yüzyılda Pisagor, vücutta görünebilen yaşam enerjisini ya da pneuma’yı (ruhu) tasavvur etmişti. 100 yıl sonra, modern tıbbın babası Hipokrat, vücudun "Vis medicatrix naturae” de denilen, iyileşmeye yönelik doğal kapasitesini fark etmişti. Hekimlere, sağaltıcı yaşam gücünü yenilemek için hem hastanın içindeki hem de hastalar ve kozmos arasındaki engelleyici etkileri ortaya çıkarmalarını söylemişti. İyileşmenin kaynağı doktor değil tabiattı. 16. yüzyılda İsviçreli simyacı ve hekim Paraselsus ‘insanın içine ve çevresine parlayan bir küre gibi yayılan sağaltım enerjisi’ni bildirmişti. Bu enerjinin hastalıklara sebep olabildiğine, onları iyileştirebildiğine ve etkisini uzaktan da sürdürebildiğine inanıyordu. Ayrıca mıknatısların, gezegenlerin ve yıldızların bu enerjiyi etkileyebildiğini düşünüyordu. 

Çağdaş enerji tıbbının bazı teori ve uygulamalarında bu inançların yansımaları görülür. Ama Francis Bacon ve Fransız filozof ve matematikçi René Descartes tüm Batı tıbbı üzerinde çok daha büyük bir etkiye sahiptir. Bacon insanları ve dünyayı analiz etmek için mantık ve matematik kavramlarını kullandı. Bilimsel yasaların ‘tabiatla uyumlu olmaktan ziyade tabiata egemen olmak’ için kullanılması gerektiğine inanıyordu. Descartes ölçülebilir olan vücudun ve ölçülemez olan zihnin kesin olarak ayrı olduklarını öne sürmüştü. Vücut zihni etkileyebilirdi ama zihin vücudu etkileyemezdi. Bu fikirler insandaki hastalıkların fiziksel nedenlerinin araştırılmasını teşvik etti. Ayrıca zihnin fiziksel sağlığı etkileyebilme yetisinin de reddedilmesine yol açtı. Sonuç olarak hâkim olan bilim, ölçülemeyen veya nesnel olarak kanıtlanamayan herhangi bir fenomeni değersiz görür veya reddeder oldu. 17. yüzyıldan sonra Batı tıbbı öncelikli olarak hastalığın fiziksel unsurları üzerine odaklandı. Vücuttaki ölçülmesi zor etkileri araştıran bilim insanları sık sık göz ardı edildiler ya da alay konusu oldular. Sigmund Freud’un öğrencisi ve çalışma arkadaşı olan Avusturyalı psikiyatrist Wilhelm Reich ‘orgon’ enerjisi hakkındaki teorileri yüzünden hapse atıldı ve kitapları halkın önünde yakıldı. Ama görüşleri birçok beden-zihin yaklaşımını, özellikle de biyoenerjetiği etkiledi.


1990’larda, tıbba ve sağlığa ilişkin olarak yeni ortaya çıkan bilimsel bir paradigma ileri sürüldü. Biyofizikçi Beverly Rubik’e göre bu ortaya çıkan paradigma "Makineler ve mekanik düşünce çağında asla kabul edilip tanınmayan yaşamın yaratıcı, zeki, güçlendirici, akıllı ve dayanıklı özelliklerini konu alıyor. Canlı sistemler uyumluluklarını ve bütünlüklerini korumak için enerji harcayan, kendi kendini örgütleyen sistemlerdir. Sağaltım, nihai olarak kendi kendini sağaltma; içsel dinamik değişimlere veya dış zorluklara verilen doğal bir yanıttır.”


Bu yeni paradigma aynı zamanda şunu da iletir: "Vücuda - zihne uygulanan çok küçük veya belirsiz bir uyarıcının çok derin etkileri olabilir ve kişiyi iyileşme yoluna itebilir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder