16 Nisan 2013 Salı

BİOREZONANS NEDİR? -1-

Biorezonans bir tamamlayıcı tıp yöntemidir.
Biyofiziksel bir tekniktir, biyokimyasal değildir, ilaç kullanılmaz.
Elektromanyetik frekanslar ile uygulanır.
Biorezonans terapisi frekans kontrollü bilgisayarlarla yapılır. 
Hiçbir yan etkisi yoktur, ağrısızdır.

İnsan organizması farklı elektromanyetik frekansları yayar. Hücrelerin, dokuların, organların vs. hepsinin kendilerine özgü frekansları vardır. Bunların hepsi birlikte kişinin genel frekans spektrumunu belirlemektedirler. Bu kişinin bireysel frekansıdır.
Hasta ve sağlıklı insanların frekans yapıları birbirinden farklıdır.Hastanın frekans örneğinde saklanan yabancı frekanslar (alerjenler, virüsler, bakteriler, mantarlar, amalgam…vs.) normal frekans düzenini bozar. Biorezonans cihazıyla, bu frekans düzenini bozan elektromanyetik frekanslar belirlenir ve cihaza transfer edilir. Cihazın içinde hastalık yapan frekanslar ters çevrilir ve hastanın vücuduna geri verilir. İyileşme, terapi frekansları ile gerçekleşir. Biyolojik, fizyolojik frekanslar güçlendirilir ve biorezonans terapisi vücudun kendi kendini iyileştirici gücünü bir şekilde uyarır, böylece kendi savunmamızı ve bağışıklık sistemimizi güçlendirir. Hastaya ait patolojik frekanslar biorezonans terapisiyle ters çevrilerek normalleştirildiği için bağışıklık sistemini bozan engeller kaldırılmış olur ve organizma sağlıklı çalışır duruma kavuşur. Böylece iyileşme sağlanmış olur.
Metodun Temeli :
‘Eğer bir fenomeni anlayamıyorsak bu genellikle bizim sınırlarımızdan dolayıdır, fenomene ait bir problem değildir’ (Hipokrat)
Herhangi bir madde, bir virüs, bir bakteri ya da bir insan olsun hepsi atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar da subatomik partiküllerin bir araya gelmesiyle oluşmuşlardır.
Fizikçiler subatomik partiküllerin çevrelerine özel şekillerde ‘dalga’ olarak adlandırılan bir enerji yaydıklarını keşfetmişlerdir.
Araştırmacılar normal işleyen vücut sistemlerinin, organların yanı sıra alerjenlerin, virüslerin, bakterilerin, parazitlerin ve toksinlerin kendine özgü dalga paternlerini ve titreşimlerini analiz etmişlerdir.
Eğer yanlış beslenme, stres, hareketsiz bir yaşam, kimyasal toksinler, ağır metaller, zirai ilaç artıkları, genetiği değiştirilmiş ürünler, jeopati, elektromanyetik kirlilik ya da negatif olumsuz duygular varsa, vücudun sağlıklı titreşimleri dengesiz yada zayıf hale gelmektedir.
Kendine ait sağlıklı titreşimleri olmayan bir vücut, çevresindeki virüslere , bakterilere,parazitlere, mantarlara ait olan titreşimlere, toksik kimyasal maddelere ya da ağır metallere vs. daha fazla direnemez.
Bunlar vücutta sadece zehirli maddeler olarak değil, yaydıkları titreşimlerle informasyon anlamında da stres yaratır.
Vücuttaki kontrol süreçleri sağlıksız titreşimlerden etkilendiğinde, biyokimyasal ve metabolik bir bozulma ve fonksiyon bozukluğu ve bunu takiben de vücutta ağrazlar ve hastalıklar meydana gelmektedir.
Bu bozulmuş titreşimleri silme ya da en azından zayıflatarak organizmaya kendini yeniden onarma şansını verme fikri ile geliştirilen biorezonans yönteminin tarihi gelişimine şöyle bir bakmak yararlı olacaktır.
Isaac Newton’un 17. yüzyılın sonlarında ‘bütün yaşamın kaynağı maddedir’ şeklindeki söyleminden beridir materyalistik (maddeci) düşünme bütün tabii bilimlerin temeli olmuştur.
Ancak günümüzde hayatın devamlılığının üç koşul altında mümkün olduğu bilinmektedir:
1. Madde
2. Enerji
3. İnformasyon (Bilgi)
Vücutta tüm fonksiyonlar madde düzeyinde gerçekleşirken, bunların düzenlenmesi informasyonla sağlanmaktadır. Metabolizmamız, elektrolit, su, asit-baz dengesi gibi farklı birçok dengelerin sağlanması madde düzeyinde biyokimyasal, enerji düzeyinde biyofiziksel ve informasyon düzeyinde biyosibernetik süreçlerle olmaktadır. Buna örnek olarak, bir kişinin ikinci kata bir yükü çıkartabilmesi için, yükü taşıyacak bir bedene (madde), bunu yapabilecek güce (enerji) ve nereye taşıyacağını bilmeye (informasyon) ihtiyacı vardır.
Hayatın kimyasal reaksiyonların kaotik bir karışımı olmadığı gerçeği, sadece fizik prensiplerine dayanan kontrol fonksiyonlarının varlığı ile açıklanabilmektedir. Biyolojik fonksiyonların bir üst kontrol mekanizmasının ne olduğuyla ilgili temel soruya hiçbir biyokimyasal açıklama tam olarak cevap verememektedir.
1922 yılında bir Rus bilim adamı olan A.G.Gurwitsch, mitogenetik radyasyonu keşfetti. Büyüme sürecindeki bir soğan kökünün, cam ile birbirlerinden ayrılsalar bile diğer bir soğan kökünde hücre bölünmesi hızını anlamlı şekilde artırabildiğini gördü (1932). Bu gözlem, etkileyici bio-informasyon alanına doğru bir kapı açılmasını sağladı.
Daha sonra G.Lakhovsky biyolojik informasyonun transferinde elektromanyetik rezonans konseptini ortaya attı.
Son yüzyılın ilk yarısından sonra, maddenin yoğunlaşmış enerjiden başka bir şey olmadığı anlaşılmıştır. Kuantum fiziğinin kurucularından Max Planck (1858-1947), ‘Madde yoktur , bütün varlıkların oluşumu ve varlığını sürdürmesi, onları titreşime getiren ve atom sistemi içinde bağlarını oluşturan güce bağlıdır’ derken, Albert Einstein (1879-1955), ‘ Maddeyi, enerji alanının çok yoğun olduğu uzay boşluğu olarak düşünebiliriz’ demiştir. Enerji ile maddenin ilişkisi ünlü E=mc² formülü ile ifade edilmiştir.
Batılı dünyada bilim adamlarının yaşayan sistemlerde biyofiziksel etkileri dikkate almaya başlamaları için 30 yıldan fazla zaman geçmesi gerekti.
1964’de Barthony’nin ‘Manyetik Alanların Biyolojik Etkileri’ isimli yazısı, bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlanan ilk yazıydı.
1970’de yine ABD’de A.S. Presman’ın, ‘Elektromanyetik Alanlar ve Yaşam’ isimli yazısı yayımlandı. Bu süreç içinde Rus araştırmacılar çalışmalarına devam ettiler.
1981’de V.P.Kaznachejew and L.P.Michailowa, ‘Hücrelerarası Etkileşimde Ultra-zayıf Radyasyon’ isimli yazıyı yayımladı. Bu biyofiziksel informasyonun hücreler ve organlarda nasıl iletildiği, alındığı ve depolandığı ile ilgili bir çalışmaydı. Böylece bu çalışma , hücre içi ve hücrelerarası elektromanyetik etkileşimleri (elektromanyetik bio-informasyon) kanıtlamaktaydı.
Bunlar, sadece metabolik fonksiyonları göz önüne almanın (enerji ve maddenin birbirine değişimi) yetersiz olduğu, yaşayan sistemlerde iletilen informasyonun analizinin de özellikle önemli olduğunu açıkça gösteren ilk çalışmalardı.
Alman fizikçi F.A.Popp, informasyonun yaşayan sistemlerde nasıl iletildiği konusundaki çalışmaları sonucunda hücre içinde ve hücreler arasında informasyonun biofotonlar tarafından iletildiğini kanıtladı.
Yaşayan hücrelerin DNA’larının biofotonları depoladığını ve serbest bıraktığını gösterdi. Bu frekanslar son derece zayıftırlar. Şiddetleri bildiğimiz gün ışığından yaklaşık 10¹8 kat daha küçüktür.
Sonuç olarak bütün yaşayan organizmalardaki biyokimyasal reaksiyonlar ultra-zayıf elektromagnetik frekanslar tarafından işletilip regüle edilmektedir. Bu süreç bir titreşim alanı tarafından regüle edilir.
Eğer sadece tek bir hücrenin informasyon içeriğini anlamak istesek, farklı informasyon olasılıklarını okuyabilmek için gece ve gündüz dahil 100 yıldan fazla zamana ihtiyacımız olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder